Hicri Yılbaşı ve Muharrem ayı… İslam medeniyetimizin son temsilcisi Osmanlı ile birlikte birçok gelenek görenek ve kültürümüzü de onunla birlikte kaybettik. Bunlardan bir tanesi de hicri yılbaşımız ve muharrem ayı ile anlamını yitiren gelenek görenek ve ibadetlerimizden birisi olan aşuredir.
Aşurenin tarihi Hz. Nuh (as)’a dayanır. “Gemide kalanların, gemide olanları” bir kazanda pişirip tekrar birlikte yemeleri çok anlamlıdır. Şu an Müslüman olduğunu iddia eden bizler hangi gemi yada gemilerdeyiz orası ayrı bir tartışma konusu.
Aşure ile ilgili yazılacak o kadar çok konu var ki bu konuda ciltler dolusu kitap yazılabilir diye düşünüyor hatta yazılmalıdır diyorum. Bununla alakalı olarak elimizdeki imkânlar dâhilinde bir şeyler yapmamız gerekmektedir. Müslümanlar çok zaman kaybetmeden ellerindeki imkânları yine Müslümanların menfaatine seferber etmelidirler.
Aşure 10 demektir, onun için bizler hem Müslümanlar olarak hem de yaptığımız her işimiz hep on numara olmalıdır. Toplumdaki karşılığımız hep gıptayla bakılan olmalıdır. On numara Müslümanlık ve on numara icraat ve ticaret. Toplumun değişimi ve dönüşümü için Müslümanlar ellerindeki tüm değerlerin değerini kıymetini iyi bilmelidirler.
Onun için Aşureyi acizane;
“ Elimizdeki değerleri değersizleştirmeden değerlerimiz uğruna değerlendirebilmektir“ diye tarif edebiliriz.
Bunu yapabilmek her zaman bir marifettir ustalıktır.
Biz burada aşureyi tarihinden ve nasıl uygulandığından ziyade farklı bir açıdan âcizane yorumlamaya çalışıyoruz. Değerlerimiz bir bir kaybolurken aşure kaybolacak bir değer gibi durmuyor. Çünkü çok farklı kesimler kendi anlayışları çerçevesinde aşureyi uygulamaya çalışsa da anlamını yitirdiği bir gerçek. Aşure sadece bir yemek midir yoksa başka bir anlamı var mıdır, işte bizler gerçek anlamını ortaya çıkarmamız lazım.
Aşurenin âcizane tarifini “tüm olgun Müslümanların tek bir kazanda pişerek dünya tadında bir lezzete dönüşmeleri dir ”diye yapabiliriz. Böyle bir lezzete dönüştüğümüzde yalancı dünya tadından yenmez, açlık, açıklık ve aç gözlülük, zorbalık ve zulüm, kan ve gözyaşı, kin ve nefret, mefaatpereslik vs. hepsi kendiliğinden kaybolur.
Aşure pilavı ya da çorbası tam olgunlaşmış kuru bakliyatların ve tahılların aynı kazanda pişirilerek elde edilmesinden oluşan çok lezzetli hiç kimsenin ret edemeyeceği bir lezzettir.
Olaya yine farklı bir çerçeveden bakacak olursak aşureyi içindeki tüm kullanılan malzemeleri, piştiği kazanı, altındaki odunu ve ateşi, pişiren ve karıştıran kişi ve kaşığa kadar tek tek değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum.
Müslümanlar olarak sahih İslam anlayışından fersah fersah uzaklaştığımız tartışmasız bir gerçektir. İçine düştüğümüz kafa karışıklığını aydınlatacak ve bizlere yol gösterecek olaylardan bir tanesi de aşuredir diye düşünüyorum.
Öncelikle aşurenin içerisine girecek olgunlukta ve kalitede hormonsuz bir katkı maddesi olabilecek ; “kimliği ve kişiliği oluşmuş, yönü ve yörüngesi belli, kalibresi ve kapasitesi doğru, derdi davası ve duruşu olan, ahlaklı, soyu sopu belli helal bir ürün müyüz! Yoksa her haliyle hormonlu, katkı maddeli, genetiği değiştirilmiş ve harama dalmış bir Müslüman mıyız.
Bu kriterlere göre kazana girip giremeyeceğimize kim karar verecek, onu da bilmiyorum ama has bel kader günümüz Müslümanları olarak bir kazana atıldık diyelim,diğer karışımlarla ne kadar uyumlu olacağız. Yoksa normal hayattaki egolarımız kibrimiz ve kendimizi beğenmişliğimiz kazanda da devam edecek mi, hangimiz ne kadar su çekecek ne kadar tuz kabul edeceğiz veya kaç derecede pişeceğiz. Bizim yüzümüzden diğer yiyecekler ya tamamen pişerek kaybolup çorbamı olacaklardır yoksa biz kazanın içinde diri kalıp başkalarının dişini mi kıracağız, yoksa midesini mi karıştıracağız.
Bu aşure sezonunu kaçırdık gibi, çok zaman kaybetmeden bir sonraki sezona kadar kararımızı vermek zorundayız. Aşure de kazan mı olacağız,” kazanın içindeki her hangi bir lezzet tanesi mi?”, kazanın altındaki ateş yada odun mu, kazanı karıştıran mı, karıştıran kaşık mı yoksa koskoca bir hiç mi ! Olacağız karar hepimizin kardeşlerim.